"Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla karşılaştığınızda ise, sabredin. Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (Buhari, Cihad, 22)
Dusmanla karsilasmayi istemeyin:
Insan dusmanini bilse, onunla karsilasmayi istermiki?
Onunla karsilasmayi istemek demek, hirsin galebe calmasi,yani hissi hareket etmek demek mi yoksa cesaretmi,akl-i selime daha yakin muhakemeli davranismi?
Allah'in resulu (a.s.m) bu cumleyi soyledigine gore, beni, getirdigi mesajin ragmina hallere sokan unsurlardir, dusman(lar)im.
Getirdigi mesajin nuru ile nurlaniyorsam, o zaman o nuru-benim dunyamda- karartan herseydir, dusman(lar)im.
Boyle bir dusmanla karsilasmak istemem.
Hislerime hitap eden, beni insan yapan aklimi devreden cikaran hicbir hal ile karsilasmak istemem.
Allah'tan afiyet dileyin:
Yuzumu arzularimin ve kor hissiyatimin saplanip kalacagi seyler'e degil, o seyleri yaratip benim dunyamda da haller yaratan'a cevirmem lazim.
Ondan bekleyebilirim huzuru,afiyeti,akl-i selimimi koruyabilmeyi..matlubumun yaratilmasi gerektigini Ona arzedebilirim.
Onlarla karsilastiginizda ise:
Bir sekilde karsilastirildigim arzularim ve kor hissiyatim namina muhatap oldugum bu sey, muhakememle anliyorumki, dusmanim olarak karsimda..
Belki de bu ikinci karsilasmam.
ilkinden simdiki karsilasmamiza kadar gecen surede muhakememle tartma firsati verildi.
Bu seye ben nefsim namina sahip cikmisim. Yaraticisi ile muhatap ol(a)mamisim.
Ve bu oyle bir hal almiski bende, o seyle karsiilastigimda, arzularim ve kor hissiyatim yine galib geliyor.
Akledemez duruma dusuyorum..
Sabredin:
Halini bilmen demek, dogru olani Rabbinden istemek icin olmasi gereken ilk adim.
Iste O'ndan..
yalniz O cevap verebilir sana.
Sana arzularini,kor hissiyatini,seytanini nefsini zapt edebilecek dirayeti verebilecek olandan iste..
Yani sabret.
Iste bu fiili duadir senin o seyden kopmana vesile olacak.
Simdi bilenmis bir halin var..
Ebediyeti gormeyen kor hissiaytini maglup edebilirsin,
Burhan kilinci var elinde..
ve onu kullanabilecek akl-i selim ve muhakeme..
Simdi indir kilinci ve bitir bu isi..
Cennetten bir lezzet gibi..
Elhamdulillah.
Sunday, June 26, 2011
Kuyu (5.12.2009)
(Uzun zamandir aklimdaydi. Fakat simdiye nasipmis. Bazi notlarimi blog'uma aktariyorum. Biraz gaza gelip yazmisim. Cok belli oluyor :)
Hayli zaman oldu yazı yazamıyorum. Belki elli defa, belki daha fazla denediğim halde, her defasında üç-beş satır yazabildim, hepsi birbirinden ayrı konular. Kimisi—bana göre—müjdeli bir haber gibiydi, kimisi tarihî olguların günümüze taşınması (İngiliz müstemlekeler Nazırı Gladstone’un yazdığı dökümanı Türkçe’ye çevirmeyi bile denedim:) vs...
Fakat her defasında beni durduran, sevkimi kiran bir engel çıktı karşıma. Sonradan şükürle yad ettiğim bir engel: Yazmaya niyetlendiğim konuların seçimi ayrı bir mesele, usul veya düşüncelerimi aktarma konusunda kendimi çok hatalı bulduğum bir serüvendi bu yazma denemeleri. Çeşitli olguların kendi dünyamdaki ifadesini paylaşmak insanca ve hakikatçe doğru olanı ise de; benim dışımdakilerin yani bu satırları okuyan sizlerin dünyasında yapacağı etkiyi düşünmekti benim hatam. Böyle davranmayı hakikat noktasında hatalı, hatta ahmakça bir davranış olarak gördüm.
Şüphesiz buna beni iten sebepleri de tesbit etmem gerekiyordu. Yani bir yazma serüveninde gördüğüm, duyduğum, tahkik ettiğim, şüpheye düştüğüm konuları neden kendi penceremden veya bendeki ifadelerinden yazıya dökmüyor ve neden okuyanların dünyasında meydana getireceği etkiye odaklanıyordum?
Çıkardığım sonuç şu oldu: Severek ve istifade ederek okuduğum yazılar, şahit olduğum olaylar şüphesiz kendi âlemimde bir şeyler ifade ediyor ve bazı mânâlar, duygular ondan hasıl oluyordu. Fakat nedense okuduğum yazılardan, sevindiğim veya üzüldüğüm olaylardan dersler çıkarırken nefsime rol vermiyor, hep başkalarında yaptığı veya yapacağı etkilere odaklanıyordum. Bunun sonucunda kendime göre “makbul” saydığım o düşünce ve duyguların taklidini yaşatma hevesi ortaya cıkıyor ve ben de o hevesi kovalıyordum. Bu uzunca bir ipin ucu gibiydi benim için… ucu başka yerlere de uzanan.
Sonra yıllardır okuduğum bazı kitaplarıma döndüm ve baktım; aynı usul(suzluk) orada da cereyan etmekte idi, onu fark ettim. Benim haricimdekileri düşünerek okumak.. kendimi hikâyenin başrolünde oynatamamak.
Meselâ ezberimde olan veciz bir satırı zikredip “O şahıs filan adama karşı şöyle yapmış, filan olaylar onu hiç yıldırmamış; korkmamış hep yoluna devam etmiş” diye yorumlayıp, yıllardır bu yorumu ezber etmişim. Gizliden gizliye müellifin, açıktan olmasa da, kendini methettiğini ima ettiğim bu yorumu dahi hiç düşünmemişim. Nasıl olsa onu övüyorum diye belki… Onun övülmekten kactığını da bildigim halde.
‘İman hem nurdur hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir’ ne demekti gerçekten?
“Elle tutamazsın; katlarla arsalarla ölçemezsin; kurbanda gelen bilmem kaç tonluk ete endeksleyemezsin; kurban derileriyle değerlendiremezsin; açtığın okullar, gazetenin tirajı, kurduğun kurumlar, seni bilen insanlar, üzerindeki elbise, yurtışında ve yurt içindeki faaliyetlerin, gördüğün ve gezdiğin yerler… değil kardeşim bu. Bu bir nurdur nur… Kendi âleminde varsa vardır yoksa yok. Elle tutulur, gözle görülür şeyleri imanina ölçü olarak kabul etme” demekti galiba.
Durum böyle iken iman nasıl kuvvet olabilirdi? Kuvvet sahibi olmakta da bir lezzet vardi şüphesiz.
“Hiçbir lezzet onu tahkik etmenin verdiği lezzete eşdeger olamaz, bir sele; bir zelzeleye; ekonomik krize; hükümetlerin değişmesine; hapishane korkusuna; tiraj kaybına; devletin, milletin, okulun, ailenin, dünyanin ve kâinatin üstüne üstüne gelmesine; kâinatın bomba olup patlamasına karşı ‘Sizler birer sebepsiniz, siz kendiliğinden birşeyler yapmaya kudreti ve kuvveti olmayan ‘şey’lersiniz, sizin ipiniz ‘Bir’inin elinde. Ben buna inanıyorum. Ve beni Yaratan’ın bana verdiği en kıymetli aletlerden olan aklımla tahkik ettim ve O’nun varlığına ve birliğine şehadet ediyorum’ dedirtecek bir kuvvettir ve büyük bir keyifitir” diye anlayabilirdim bu vecizeyi. Aklım ve kalbim bu manalari kuvvetle onaylıyorsa, herhalde hakikatin ucunu yakaladım demektir.
“İmanımı tahkik (kendimi ikna etme; hakikati araştırma; doğrulama) benim üstüme vazifedir. Ben neden yaratıldım? Beni bu dunyaya kim ve niçin gönderdi? Benden istediği nedir?” sorularını akletmem gerekiyor. Başkaşından ders alırım, yardım alırım fakat kimseyi taklit edemem bu konuda. Çünkü tahkik aleti bana da verilmiş. Aklımı kullanmam gerekiyor. Bu benim vazifem.
Başa dönersek;
Meyl-i taharri-i hakîkat (hakikati araştırma meyli) taklide kurban gitmemeli. Mukallit durumuna düşmemekle beraber, sözümüzün geçtiğini düşündüğümüz kişileri de taklide yönlendirmemeli; akla kapı açıp ihtiyarı elden almamalıyız.
Bu düşüncelerle kitapları ve olayları okumak hakikati aramak manasına gelir diye düşünüyorum.
Hayli zaman oldu yazı yazamıyorum. Belki elli defa, belki daha fazla denediğim halde, her defasında üç-beş satır yazabildim, hepsi birbirinden ayrı konular. Kimisi—bana göre—müjdeli bir haber gibiydi, kimisi tarihî olguların günümüze taşınması (İngiliz müstemlekeler Nazırı Gladstone’un yazdığı dökümanı Türkçe’ye çevirmeyi bile denedim:) vs...
Fakat her defasında beni durduran, sevkimi kiran bir engel çıktı karşıma. Sonradan şükürle yad ettiğim bir engel: Yazmaya niyetlendiğim konuların seçimi ayrı bir mesele, usul veya düşüncelerimi aktarma konusunda kendimi çok hatalı bulduğum bir serüvendi bu yazma denemeleri. Çeşitli olguların kendi dünyamdaki ifadesini paylaşmak insanca ve hakikatçe doğru olanı ise de; benim dışımdakilerin yani bu satırları okuyan sizlerin dünyasında yapacağı etkiyi düşünmekti benim hatam. Böyle davranmayı hakikat noktasında hatalı, hatta ahmakça bir davranış olarak gördüm.
Şüphesiz buna beni iten sebepleri de tesbit etmem gerekiyordu. Yani bir yazma serüveninde gördüğüm, duyduğum, tahkik ettiğim, şüpheye düştüğüm konuları neden kendi penceremden veya bendeki ifadelerinden yazıya dökmüyor ve neden okuyanların dünyasında meydana getireceği etkiye odaklanıyordum?
Çıkardığım sonuç şu oldu: Severek ve istifade ederek okuduğum yazılar, şahit olduğum olaylar şüphesiz kendi âlemimde bir şeyler ifade ediyor ve bazı mânâlar, duygular ondan hasıl oluyordu. Fakat nedense okuduğum yazılardan, sevindiğim veya üzüldüğüm olaylardan dersler çıkarırken nefsime rol vermiyor, hep başkalarında yaptığı veya yapacağı etkilere odaklanıyordum. Bunun sonucunda kendime göre “makbul” saydığım o düşünce ve duyguların taklidini yaşatma hevesi ortaya cıkıyor ve ben de o hevesi kovalıyordum. Bu uzunca bir ipin ucu gibiydi benim için… ucu başka yerlere de uzanan.
Sonra yıllardır okuduğum bazı kitaplarıma döndüm ve baktım; aynı usul(suzluk) orada da cereyan etmekte idi, onu fark ettim. Benim haricimdekileri düşünerek okumak.. kendimi hikâyenin başrolünde oynatamamak.
Meselâ ezberimde olan veciz bir satırı zikredip “O şahıs filan adama karşı şöyle yapmış, filan olaylar onu hiç yıldırmamış; korkmamış hep yoluna devam etmiş” diye yorumlayıp, yıllardır bu yorumu ezber etmişim. Gizliden gizliye müellifin, açıktan olmasa da, kendini methettiğini ima ettiğim bu yorumu dahi hiç düşünmemişim. Nasıl olsa onu övüyorum diye belki… Onun övülmekten kactığını da bildigim halde.
‘İman hem nurdur hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir’ ne demekti gerçekten?
“Elle tutamazsın; katlarla arsalarla ölçemezsin; kurbanda gelen bilmem kaç tonluk ete endeksleyemezsin; kurban derileriyle değerlendiremezsin; açtığın okullar, gazetenin tirajı, kurduğun kurumlar, seni bilen insanlar, üzerindeki elbise, yurtışında ve yurt içindeki faaliyetlerin, gördüğün ve gezdiğin yerler… değil kardeşim bu. Bu bir nurdur nur… Kendi âleminde varsa vardır yoksa yok. Elle tutulur, gözle görülür şeyleri imanina ölçü olarak kabul etme” demekti galiba.
Durum böyle iken iman nasıl kuvvet olabilirdi? Kuvvet sahibi olmakta da bir lezzet vardi şüphesiz.
“Hiçbir lezzet onu tahkik etmenin verdiği lezzete eşdeger olamaz, bir sele; bir zelzeleye; ekonomik krize; hükümetlerin değişmesine; hapishane korkusuna; tiraj kaybına; devletin, milletin, okulun, ailenin, dünyanin ve kâinatin üstüne üstüne gelmesine; kâinatın bomba olup patlamasına karşı ‘Sizler birer sebepsiniz, siz kendiliğinden birşeyler yapmaya kudreti ve kuvveti olmayan ‘şey’lersiniz, sizin ipiniz ‘Bir’inin elinde. Ben buna inanıyorum. Ve beni Yaratan’ın bana verdiği en kıymetli aletlerden olan aklımla tahkik ettim ve O’nun varlığına ve birliğine şehadet ediyorum’ dedirtecek bir kuvvettir ve büyük bir keyifitir” diye anlayabilirdim bu vecizeyi. Aklım ve kalbim bu manalari kuvvetle onaylıyorsa, herhalde hakikatin ucunu yakaladım demektir.
“İmanımı tahkik (kendimi ikna etme; hakikati araştırma; doğrulama) benim üstüme vazifedir. Ben neden yaratıldım? Beni bu dunyaya kim ve niçin gönderdi? Benden istediği nedir?” sorularını akletmem gerekiyor. Başkaşından ders alırım, yardım alırım fakat kimseyi taklit edemem bu konuda. Çünkü tahkik aleti bana da verilmiş. Aklımı kullanmam gerekiyor. Bu benim vazifem.
Başa dönersek;
Meyl-i taharri-i hakîkat (hakikati araştırma meyli) taklide kurban gitmemeli. Mukallit durumuna düşmemekle beraber, sözümüzün geçtiğini düşündüğümüz kişileri de taklide yönlendirmemeli; akla kapı açıp ihtiyarı elden almamalıyız.
Bu düşüncelerle kitapları ve olayları okumak hakikati aramak manasına gelir diye düşünüyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)